Basından

Barış yolunda yarım asır
- Taraf  Gazetesi, 01.11.2012

Kürt siyasetçi Şerafettin Elçi’nin 50 yıllık siyasi yaşamı bir kitapta toplandı. Oslo sürecinin tıkanmasının ardından PKK’nın siyasi kanalların tıkandığına kanaat getirdiğini söyleyen Elçi: Yeniden silahlar konuşmaya başlayınca pasif bir konumda bulunmak zorunda kaldım

Yazar Hasan Kaya’nın BDP Diyarbakır Milletvekili Şerafettin Elçi’yle yaptığı nehir söyleşiden oluşan Doğu’nun Elçisi’nden Yüce Divan’a adlı kitapta Kürt siyasetinin bu önemli isminin yarım asrı aşan siyasi yaşamından kesitler sunuluyor. Elçi’yle yapılan bir sözlü tarih çalışması olan kitapta baskılar, siyasi yasaklarla geçen bir hayatın fonunda Türkiye’nin Kürt sorunuyla bitmeyen sınavı anlatılıyor.

Kitapta Elçi’nin 1979’da Bülent Ecevit’in kabinesinde Bayındırlık Bakanı iken sarfettiği ve 27 ay hapis yatmasına yol açan “Ben Kürdüm. Türkiye’de Kürtler var” şeklindeki sözlerinin öyküsü aktarılıyor.
“Türkiye’de Kürtler var” demeci

Elçi, Türkiye’yi sarsan o açıklamalarıyla ilgili şunları anlatıyor: “1979 yılında Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Ülkü Arman benimle bir söyleşi yaptı. İşte orada Hürriyet ’in manşetine geçen ve Türkiye’yi sallayan bir ifadem oldu. Orada ‘Türkiye’de Kürtler var, ben de Kürdüm’ dedim. Hürriyet de bunu manşetten verdi, Türkiye’de yer yerinden oynadı. Gerçekten yer yerinden oynadı. Bütün basın, siyasi çevreler, Milli Güvenlik Kurulu bunu tartıştı. Bakanlar Kurulundaki bağımsız arkadaşlar benim beyanatıma karşı sert bir bildiri yayınladılar. Konu Bakanlar Kuruluna geldi.” Elçi Bakanlar Kurulu’nda yaşananları da şöyle aktarıyor: “O gün benim hatırlayabildiğim kadarıyla en uzun Bakanlar Kurulu toplantısını yaptık. Ben iki, iki buçuk saat kadar süren bir açıklamada bulundum. Kürtler kimdir, nedir, geçmişi nereye dayanır gibi konularda izahat verdim. Dünyada etnik çoğulculuğu olan toplumlar bu meseleyi nasıl çözmüşler, örneklerini verdim. İngiltere’de İskoçlara, Galler’e verilen özerkliği, İsviçre ve Yugoslavya sistemlerini anlattım.” Bakanlar Kurulu’nda kavgalara varan tartışmalar yaşandığını belirten Elçi, devamla şunları anlatıyor: “Şimdi haklarını yemeyeyim, CHP’lilerden bana karşı tek bir itiraz olmadı. Fakat Adalet Partisi geleneğinden gelen ve hepsi sağ görüşlü olan bizim bağımsızlar sert bir tutum aldılar. Bakanlar Kurulu bu minval üzere çok hararetli bir şekilde geçti. Fakat dışarıda sular durulmadı. Başbakan, Milli Güvenlik Kurulunda durmadan sıkıştırıldı, Parlamentoda büyük hengâme koptu. Turhan Feyzioğlu Meclis’te veryansın ederek ‘bu ülkede bırak bakanı, milletvekili olabilmek için bile Türk olmak lazım, ben Kürdüm diyen bir kişinin bu meclisin içinde ve Bakanlar Kurulu’nda ne işi var’ diyordu. Tabi bu sözler bizim Kürtleri galeyana getirdi.”
Beraber geldik, beraber gideriz

O sözleri üzerinden hükümetin sıkıştırıldığını belirten Elçi, bunun için Başbakan Ecevit’ten istifasını istediğini ancak bunun kabul edilmediğini de şu sözlerle dile getiriyor: “Ecevit’e gittim. ‘Benim yüzümden hükümet zayıflayacaksa gönlüm buna razı olmaz. Siz arzu ederseniz ben sizleri rahatlamak için istifaya hazırım’ dedim. Ecevit zaten duygusal bir insan, adeta gözleri yaşardı. Çok duygulandı. ‘Sayın Elçi, bu tavrına çok teşekkür ederim ama müsterih ol, çünkü ben seni tanıyorum, kötü bir niyetinin olmadığına inanıyorum, biz beraber geldik, beraber gideriz’ dedi. Benim bu jestim Sayın Ecevit üzerinde büyük bir etki yaptı.”
BM önünde üç günlük grev

Kitaptaki en dikkat çekici bölümlerden biri ise Elçi ve arkadaşlarının 1991 yılında New York’taki Birleşmiş Milletler binasının önünde yaptıkları üç günlük açlık greviyle ilgili. 1991 yılının mart ayında Kuveyt’i işgal eden Irak ordusu ABD müdahalesiyle bu ülkeden çıkarılmıştı. Aynı günlerde Iraklı Kürtler Saddam’a karşı ayaklanmıştı. Saddam’ın Kürt halkının ayaklanmasına verdiği cevap ise kimyasal silahlarla toplu katliam yapmak oldu. Üç milyona yakın Kürt, Suriye, İran ve Türkiye sınırına yığıldı.

Bunun üzerine aralarında Şerafettin Elçi, Ahmet Türk ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun olduğu bir heyet Birleşmiş Milletler’de görüşmeler yapmak üzere New York’a gitti. Plana göre Kürtlerle ilgili taleplerin yer aldığı bir metin hazırlanacak ve BM binasının önünde açlık grevine başlanacaktı. Öyle de yapıldı. Elçi kitapta New York’taki açlık grevini şöyle anlatıyor: “Biz önerilerimizi açlık grevini başlatmadan önce kamuoyuna duyuracaktık. Hazırlık yapılmıştı. Birleşmiş Milletler binasının karşısındaki Dag Hammarskjöld Meydanı’nda çadır kurduk. Üçümüz açlık grevine başladık. Allah var, o zaman hem Türkiye’den hem İran ve Irak’tan oraya yerleşen Kürtlerden bize çok büyük ilgi vardı. Bizi yalnız bırakmıyorlar, sürekli o meydanda halay çekiyorlar, Kürtçe sloganlar atıyorlar, Kürt kıyafetlerini giyiyorlardı. Hem ABD’nin basınyayın organlarından, televizyonlarından hem de dünya televizyonlarından büyük ilgi vardı. Üçüncü günden sonra açlık grevimiz bitti.”
BM’deki ilk Kürt heyeti

Elçi şöyle devam ediyor: “Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’nden bizim için randevu ayarlanmıştı. Üçümüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gittik. İçeri girerken kendimizi Kürt olarak tanıtmamıştık. Ama bizi Kürt heyeti statüsüyle kabul ettiler. Kürtlere yapılan haksızlıkları anlattık; ‘ne feryadımızı duyan, ne de yardımımıza koşan var. Bu büyük bir insanlık dramıdır; insanlığın buna seyirci kalmaması lazım’ dedik. Genel Sekreter Yardımcısı ‘Bugünü çok önemseyin; çünkü bu binanın tarihinde ilk olarak bir Kürt Heyeti kabul ediliyor, bunu önemseyin. Biz hassasiyetle bu işin üstünde duruyoruz ve gerekenler yapılacak’ dedi. Buradaki temaslarımızdan sonra gittiğimiz ABD’de büyük ilgiyle karşılaştık.”
Savaş başladı ve hastalandım

BDP’den milletvekili adayı gösterilmesini de anlatan Elçi, adaylığı kabul etmesinde en önemli etkenin PKK’nın silahlı mücadeleyle bir yere varılamayacağı yönündeki açıklamaları olduğunu anlatıyor: “Ulusal meselelerde Kürtlerin birlikte hareket etmelerini her zaman savunmuşumdur. Fikir ayrılıklarının önemli konularda biraraya gelmeye engel teşkil etmemesi gerektiğine inanıyorum. Seçimlerde birlikte hareket etmelerini de ben her zaman savunmuşumdur. PKK, kuruluş aşamasından sonraki dönemlerde kendisinin güdümünde olmayan, onun egemenliği altına girmeyen her Kürt’ü düşman görür ve ona göre onu hain ilan ederdi. PKK’de adeta bir silahlı mücadele fetişizmi de vardı. Ama öyle bir an geldi ki gerek PKK lideri Abdullah Öcalan gerek Kandil’deki PKK üst yönetimi ve paralelde hareket eden siyasi partiler net olarak ‘biz siyasi mücadele alanına dönmek istiyoruz’ dediler. Barışçı bir tavır takındılar, barış elini uzattılar. Oslo sürecinde görüşmecilerle PKK arasında uzlaşılan mutabakat metni de Başbakan tarafından reddedilmişti. Artık PKK bu sorunun barışçıl bir yöntemle çözülemeyeceğine, siyasi kanalların tıkandığına kanaat getirdi. Kendi yöntemleriyle mücadeleye karar verdiler. Tekrar silahlar konuşmaya başladı. Bu arada hastalığım ağırlaştı. Tamamen pasif bir konumda bulunmak zorunda kaldım.”
12 Eylül döneminde hınçlarını gösterdiler

Şerafettin Elçi, 12 Eylül öncesi Cizre’de yaşanan ilginç bir olayı şöyle anlatıyor: “1979 yılında asker bizim bölgede askeri tatbikat yapıyordu. Tabi bu tatbikat da halka gözdağı vermeye yönelikti. Cizre’de, Dicle’nin Sur tarafında, Sur altı dediğimiz bölgedeki surlara ‘Kürdistan orduya mezar olacak’ yazmışlar. Bunu yazan gençlik zaten bize karşı. Ama ne hikmetse askerler, o yazının benim rızam olmadan Cizre’de yazılamayacağını konuşmuşlar. Çünkü Cizre benim memleketim, oraya da büyük hınçları var. Büyük hınçlarını 12 Eylül döneminde gösterdiler.”